Haberler:

Forum VIP Üyeliği açılmıştır. Detaylı Bilgi almak için iletişim adresinden mesaj yazabilir yada Whatsapp üzerinden (05058048049) iletişime geçebilirsiniz. Teşekkürler.

Ana Menü
Menü

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır. Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz.

İletileri Göster Menü

Mesajlar - Safirmedya

#31
Eğitim Öğretim / Oğuz Kağan Destanı
11 Ağustos , 2011, 04:50:04
Uygur harfleriyle yazılı olan Özgün nüshası Paris kütüphanesîndedir. Bu destanlarda Hun Hükümdarı Me­te'nin doğuşu, kağan oluşu, Türk birliğini kuruşu; ölümünden önce de ülkesini oğulları arasında paylaştırışı anlatılır. Ebul Gazi Bahadır Han'ın Secere-i Terakime'sinde Hun-Oğuz destanıyla (Mete Destanı) ilgili bölümler bulunmakta­dır. Uygur harfleriyle yazılı olan özgün nüshası Paris kütüphanesindedir.
Oğuz Kağan destanı, M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapan Hun hükümdarı Mete'nin hayatı üzerine kurulmuştur. Tüm
Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze ulaşamamıştır.
Bugün, elimizde
Oğuz destanının üç farklı biçimi bulunmaktadır.
XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği kabul edilebilir.
XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn'in Câmi üt-Tevârih adlı eserinde yer alan Farsça
Oğuz Kağan Destanı İslâmi varyantların ilkini temsil etmektedir.
Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü'l-Gazî Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.
Oğuz Kağan Destanının İslâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan'ın yüzü gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir erkek evladı oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi. Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü.
Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz'un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı.
Günlerden bir gün bu gergedanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.
Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi.
Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler.
Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kıza aşık oldu ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler. Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Daha deniz, daha müren
Güneş bayrak gök kurıkan
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman bilirim. Onunla savaşır ve yok ettiririm".
Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi .O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: " Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim."dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu.
Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.
Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: " Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş başladı. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı.
Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve ülkesine kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla birlikte evine döndü.
Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu. Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu evlatları arasında paylaştırdı.
#32
Eğitim Öğretim / Ergenekon Destanı
11 Ağustos , 2011, 04:49:33
Savaşta yenilen Türkler Ergenekon adlı bir böl­geye yerleşip burada dört yüz yıl yaşadılar. Za­manla buraya sığmaz olunca, çevrelerindeki demir­den dağı eriterek kendilerine yol aramışlardır.
Moğol ilinde Oğuz Kağan soyundan il Han'ın hükümranlığı sırasında Tatar Türklerinin hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine savaş ilan etti. ilhan'ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak bozguna uğrattı. ilhanın ülkesindeki tüm insanları öldürdüler. Yalnız il Han'ınn küçük oğlu Kıyan ve eşi ile yeğeni Nüküz ile eşi kurtulmayı başardılar. Düşman askerlerinin, onları bulamayacağı bir yere kaçmaya karar verdiler. Yabanî koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağıda dar bir geçite vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akar sular,pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyva ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrıya şükrettiler ve burada kalmağa karar verdiler. Dağın doruğu olan bu yere dağ kemeri anlamında "Ergene" kelimesiyle "dik" anlamındaki "Kon" kelimesini birleştirerek "Ergenekon" adını verdiler. Kıyan ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki Ergenekon'a sığmadılar. Atalarının buraya geldiği geçitin yeri unutulmuştu. Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aradılar.
Bir demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler. Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı. İlhan'ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski vatanlarına döndü, atalarının intikamını aldılar.
Ergenekon'dan çıktıkları gün olan 21 Mart'ta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırırlar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyup döverler.
Ergenekon Destanı için bugün hem yeniden özgür hem de bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır.
#33
Eğitim Öğretim / Bozkurt Destanı
11 Ağustos , 2011, 04:48:35
Bu destandaki söylenceye göre Türkler bir sa­vaşta yenilirler. Tek, yaralı bir Türk kalır. Bu genç bir Bozkurt tarafından kurtarılır. Beslenip büyütülür. Daha sonra da Göktürkler bu dişi kurttan yeniden türerler. Bu destanla ilgili bilgiler Çin kaynaklarından bize ulaşmıştır.
Bozkurt Destanı'nda da belirttildiği gibi, Türkler Tengri'nin göndermiş olduğu bir dişi bozkurt ile ilk Türk'ün soyundan geldiklerine inanıyorlardı.
Bozkurt'un Türklerin ulusal sembolü olmasının bir nedeni de Bozkurt'un her zaman özgür olmasıdır. Türkler özgürlüğe çok önem verdikleri için, kendilerini Bozkurt ile özleştirmişlerdir.
Türklerin tarihte Bozkurt'u her zaman kutsal saydıklarını görebiliyoruz. Zira Kök Türklerin bayrağı mavi rengin (mavi, Kök Tengri'yi temsil etmektedir) üzerinde Bozkurt başıydı. Ayrıca, bugünkü Türk Dünyası'ndaki bazı özerk cumhuriyetler de bayraklarında Bozkurt'u kullanmaktadırlar.
Bozkurt, bugün Türk milliyetçiliğinin sembolüdür.
Bozkurt Destanı ve Ergenekon Destanı, Büyük Türk Destanı'nın bir parçasıdır ve Göktürkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı'nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Destanı'nın devamı, Ergenekon Destanı'dır.
#34
Eğitim Öğretim / Türeyiş Destanı
11 Ağustos , 2011, 04:48:08
Uygur hakanı kızlarını insanlarla evlendirmeye kıyamaz. Tanrı'ya kızlarıyla evlenmesi için yalvarır. Tanrı da kurt suretinde görünerek hakanın kızlarıyla evlenir. Bu evlilikten "Dokuz Oğuz" ve "On Uygur" boyları oluşmuştur.
Hun beylerinden birinin çok güzel iki kızı vardı. Bu bey kızları ile ancak Tanrıların evlenebileceğini sanıyordu. Bu sebeple ülkesinin kuzey tarafında yüksek bir kule yaptırarak iki güzel kızını Tanrılarla evlenmek üzere buraya getirdi.
Bir süre sonra kuleye gelen bir kurdun Tanrı olduğunu sanarak kızlar bu kurtla evlendiler. Bu evlenmeden doğan Dokuz Oğuzların sesi kurt sesine benzerdi. Göç Destanı Uygurların yurdunda "Hulin" isimli bir dağ vardı. Bu dağdan Tuğla ve Selenge isimli iki nehir çıkardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gökten ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle izlediler. Ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu. Çok zaman geçti. Yuluğ Tiğin isimli bir prens hükümdar oldu.
Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşları bitirmek için Oğlu Galı Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeye karar verdi. Çinliler, prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin'e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu. Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.
Buraya kadar kısaca tanıtmaya çalıştığımız Türklerin ilk dönem edebî eserleri olan
Türeyiş Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Oğuz Kağan Destanı, Şu Destanı, Alp Er Tunga Destanı, Yaradılış Destanı  bugünkü bütün Türk Cumhuriyet ve boylarının ortak destanları olarak kabul edilmektedir.
Muhtemelen XV. yüzyılda yazıya geçirildiği kabul edilen "
Dede Korkut hikayeleri"nin Hun-Oğuz Destan dairesinden ayrılmış destan parçası olduğu görüşü oldukça yaygındır.
Dede Korkut Hikâyeleri ve bu hikayelerin hem anlatıcısı hem de kahramanlarından biri olan Dede Korkut bütün Türk dünyasında tanınan sözlü ve yazılı gelenekte yaşatılan önemli eserlerden biridir. Türklerin X. yüzyılda büyük kitleler halinde islâmiyeti kabul etmelerinden ve Oğuzların büyük bir bölümünün batıya bugünkü Anadolu topraklarına göçmelerinden sonra gerek Orta Asyada gerek Anadolu , Balkanlar ve Orta Doğuda, Türkler farklı siyasî birlikler içinde yaşamışlardır. X. yüzyıldan sonra teşekkül eden destanlardan Köroğlu dışındakiler Türk topluluk ve guruplarının iletişimleri ölçüsünde yaygınlaşmıştır.
Köroğlu destanı XVI. yüzyılda Anadolu'da teşekkül etmiş ve hemen hemen bütün Türk dünyası tarafından benimsenmiş ve çeşitlenerek içlerinde yaşatılmaktadır.
Müslümanlığın kabulünden Sonraki
Türk Destanları Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han X. yüzyılda islâmiyeti resmen devlet dini olarak kabul etmiştir. İslamiyet!ten sonra ilk teşekkül eden destan da bu hükümdarın islâmiyeti kabul ve yaymak için yaptığı mücadelelerin efsanelerle zenginleştirilerek anlatımıyla doğmuştur.
#35
Eğitim Öğretim / Göç Destanı
11 Ağustos , 2011, 04:47:40
Türkler kutsal taşı Çinlilere verince Tanrı tara­fından cezalandırılırlar. Ülkelerinde açlık, kuraklık başlar. Böylece Türkler anavatanların terk etmek zorunda kalırlar. Göç Destanı Uygurlar'a ait bir destandır. Aşağıda Göç Destanı özetibulunmaktadır.
Uygurların vatanında "Hulin" isimli bir dağ vardı. Hulin dağından Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak akardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gök yüzünden ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkkatle izlediler. Daha sonra ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu.
Aradan uzun zaman geçti. Yulug Tigin isimli bir prens hakan oldu. Yulug Tigin, Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler , prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin'e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu. Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.
#36
Eğitim Öğretim / Satuk Buğra Han Destanı
11 Ağustos , 2011, 04:47:10
Hz. Muhammed'in kanatlı atı Burak'ın sırtında gökyüzüne yükseldiği "Mirâc Gecesinde" gök katlarında kendinden önce gelen peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail'e bunun kim olduğunu sorar. Cebrail : " Bu peygamber değildir. Bu sizin ölümünüzden üç yüzyıl sonra dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan'da sizin dininizi yayacak olan bu ruh "Abdülkerim Satuk Buğra Han" adını alacaktır." Hz. Muhammed yeryüzüne döndükten sonra hergün islâmiyeti Türk ülkesine yayacak olan bu insan için dua etti. Hz. Muhammed'in arkadaşları da bu ruhu görmek istediler.
Hz. Muhammed dua etti. Başlarında Türk başlıkları bulunan silâhlı, kırk atlı göründü. Satuk Buğra Han ve arkadaşları selâm verip uzaklaştılar. Bu olaydan üç asır sonra Satuk Buğra Han, Kaşgar Sultanının oğlu olarak doğar. Satuk Buğra Hanın doğduğu gün yer sarsılmış, mevsim kış olduğu halde bahçeler, çayırlar çiçeklerle örtülmüştü. Falcılar bu çocuğun büyüyünce Müslüman olacağını söyleyerek öldürülmesini isterler. Satuk Buğra Hanı, annesi : " Müslüman olduğu zaman öldürürsünüz." diyerek ölümden kurtarır.
Satuk Buğra Han 12 yaşında arkadaşlarıyla birlikte ava çıkmağa başlar. Ava gittiği günlerden birinde kaçan bir tavşanın arkasından hızla koşarken arkadaşlarından uzaklaşır. Kaçan tavşan durur ve bir ihtiyar insana dönüşür. Satuk Buğra Han'ın sonradan Hızır olduğunu anladığı bu yaşlı kişi ona Müslüman olmasını öğütler ve islâmiyeti anlatır.
Satuk Buğra, Kaşgar hükümdarı olan amcasından islâmiyeti kabul etmesini ister. Kaşgar Hanı, müslüman olmayacağını söyler. Satuk Buğra Han'ın işaretiyle yer yarılır ve hükümdar toprağa gömülür. Satuk Buğra Han hükümdar olur ve bütün Türk boyları onun idaresinde islâmiyeti kabul ederler. Satuk Buğra Han, ömrünü müslümanlığı yaymak için mücadele ile geçirmiştir. Menkabelere göre Satuk Buğra Han'ın düşmana uzatıldığında kırk adım uzayan bir kılıcı varmış ve savaşırken etrafına ateşler saçıyormuş. 96 yaşında Tanrıdan davet almış bu sebeble Kaşgar'a dönmüş ve hastalanarak burada vefat etmitir.
#37
Eğitim Öğretim / Manas Destanı
11 Ağustos , 2011, 04:46:45
Kırgızlar arasında oluşan Manas destanı bugün de bütün canlılığı ile devam etmektedir. Manas destanının 11 ile 12. asırlar arasında meydana geldiği düşünülmektedir. Bu destanın ana kahramanı Manas da, tıpkı Oğuz Kağan destanının İslâmî rivayetindeki ve Satuk Buğra Han gibi İslamiyeti yaymak için mücadele eden bir yiğittir. Böyle olmakla birlikte Manas destanında müslümanlık öncesi Türk kültür, inanç ve kabullerinin tamamını sergilenmektedir. Bazı varyantları dört yüz bin mısra olan Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak -Kırgız dairesinin kültür abidesi niteliğindedir.
Büyük Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918) bu destanla ilgili ilk derlemeyi, Kırgızistan'ın Tokmak şehri güneyindeki Sarı Bağış boyuna mensup bir Manasçıdan 1869′da yaptı. Radloff'un derlediği yedi bölümlük Manas Destanı, toplam 11 bin 454 mısradan oluşuyor. Fakat, Manasçıların okuduğu dize sayısı, 16 bin mısra civarındadır.
Kırgız Türklerinin ulusal kahramanı Manas'ın etrafında örgülenen Manas Destanı'nın ilk bölümünden itibaren; Manas'ın doğumu, daha beşikte iken konuşmaya başlaması, kafirleri yeneceğini söylemesi, büyüyüp delikanlı olunca Çinlileri yenmesi, Müslüman yiğit Almanbet'le tanışıp, birlikle birçok savaşa girmeleri, Manas'ın evlenmesi, düşmanları tarafından iki defa öldürülmesine rağmen tekrar dirilmesi, Mekke'yi ziyaret ve Kabe'yi tavaf etmesi, lirik bir üslupla anlatılır.
#38
Eğitim Öğretim / Cengiz Han Destanı (Cengiz-Name)
11 Ağustos , 2011, 04:46:17
Orta Asya'da yaşayan Türk bodunları arasında XIII. yüzyılda meydana gelişmiştir. Cengiz Han Destanı'nda Moğol hükümdarı Cengiz Han'ın yaşamı, kişiliği ve fetihleri ile ilgili olarak Cengiz'in oğulları tarafından idare edilen Türkler tarafından meydana getirilmiştir. Orta Asya'da yaşayan Türkler özellikle de Başkurd, Kazak ve Kırgız Türkleri, Cengiz destanını çok severek günümüze kadar yaşatmışlardır. Cengiz-name'de, Cengiz bir Türk kahramanı olarak kabul edilmektedir ve hikâye Türk tarihi şeklinde anlatılmaktadır.
Cengiz, Uygur
Türeyiş destanının kahramanları gibi gün ışığı ile Kurt-Tanrı'nın çocuğu olarak doğar. Cengiz-nâme, Moğol Hanlarının destanî tarihi olarak kabul edildiğinden tarih araştırıcılarının da dikkatini çekmiştir. XVII. yüzyılda Orta Asya Türkçesinin büyük yazarı Ebü'l Gâzi Bahadır Han, "şecere-i Türk" adlı eserinde "Cengiz-Nâme"nin 17 varyantını tespit ettiğini söylemektedir. Bu bilgi, bu destanın, Orta Asya'daki Türkler arasındaki yaygınlığını göstermektedir.
Orta Asya Türkleri, Cengiz'i islâm kahramanı olarak da görmüşler ve ona kutsallık atfetmişlerdir. Batıdaki Türkler tarafından ise Cengiz hiç sevilmemiştir. Arap tarihçilerinin, bu hükümdarı islâmiyet düşmanı olarak göstermeleri ve tarihî olaylar onun sevilmemesinde etkili olmuştur. Moğolların Anadolu'ya saldırgan biçimde gelip burayı yakıp yıkmaları, Bağdat'ın önce Hülâgu daha sonra Timurlenk tarafından yakılıp yıkılması, Timurlenk'in Yıldırım Beyazıd'la sebebsiz savaşı gibi tarihi gerçekler, Cengiz'in de diğer Moğollar gibi sevilmemesine yol açmıştır. Cengiz-Nâme batıda yaşayan Türkler'in hafıza ve gönüllerinde yer almamıştır. "Cengiz-Nâme"nin Orta Asya Türkleri arasında bir diğer adı da "
Destan-ı Nesl-i Cengiz Han"dır. Edige Bu destanda XIII yüzyılda Hazar denizi kıyısında kurulan Altınordu Hanlığının XV. yüzyılda Timurlular tarafından yıkılışı anlatılmaktadır.
Destanın adı, Altınordu Hanı ve bu destanın kahramanı Edige Mirza Bahadır'a atfen verilmiştir. Edige Mirza Bahadır'ın devletini devam ettirebilmek için yaptığı büyük mücadeleler, ölümünden sonra XV. yüzyılda destan haline getirilmiştir. 1820′yılından itibaren yazıya geçirilen Edige destanının Kazak-Kırgız, Kırım, Nogay, Türkmen, Kara Kalpak, Başkırt olmak üzere altı rivayeti tesbit edilmiştir Çeşitli Türk guruplar arasında
Alp Er Tunga Destanı ve Oğuz Kağan Destanı gibi ilk Türk destanlarının izlerini taşıyan Türk kahramanlık dtünya görüşünü temsil eden burada bahsi geçenler kadar yaygınlaşmamış ortak edebiyat geleneği içinde yer almamış pek çok destan örneği bulunmaktadır.
Osmanlı sahasında destandan hikâyeye geçişte ara türler ( Destansı Hikaye) olarak da nitelendirilen çok tanınmış ve birçok Türk topluluklarınca da yaşatılan
Köroğlu destanı  örneği yanında daha sınırlı alanlarda tespit edilen Danişmend-name, Battal-name gibi ilgi çekici örnekler de bulunmaktadır.
#39
Eğitim Öğretim / Battal Gazi Destanı (Battal-Name)
11 Ağustos , 2011, 04:45:52
Bizanslılar ile Araplar arasında 300 yıl süren kanlı savaşlar birçok efsane ve destanların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bunlardan en önemlisi Baddal-Name (Seyit Battal Gazi Destanı)'dır. Bu destanının Bizanslılar tarafından değiştirilmiş biçimi "Digenis Akritas"destanıdır.
Bu destanın kahramanı Türkler arasında Battal Gâzi adıyla bilinmiş ve benimsenmiş bir Arap savaşçısıdır. Asıl destan, VIII. yüzyılda, Emevî'lerin Hristiyanlarla yaptıkları savaşlarda inanılmaz kahramanlıklar göstermiş Abdullah isimli bir kişiyle ilgili olarak meydana gelmiştir.
Arapada Baddal kahraman anlamına gelmektedir, Battal Gâzi, Arap kahramanına verilen unvanlardır. Türklerin Müslüman olmalarından sonra Battal Gâzi destan tipi Türkleştirilmiş önceki destan epizotlarıyla zenginleştirilmiş ve anlatım geleneği içinde yerini bulmuştur. XII ve XIII yüzyıllarda Battal-Nâme adı ile ve nesir biçimi yazıya geçirilmiştir. Hikâyeci âşıkların repertuarlarında da yer almıştır. Seyyid Battal adıyla da anılan bu kahraman hem çok bilgili, çok dinine bağlı ve cömerttir. Müslümanlığı yaymak için yaptığı mücadelelerde insanların yanında büyücü, cadı ve dev gibi olağanüstü güçlerle de savaşır. " Aşkar Devzâde" isimli atı da kendisi gibi kahramandır. Arap, Fars ve Türklerin X-XX. yüzyıllar arasında oluşturdukları ortak İslâm kültür dairesinin ürünüdür. Orta Asya'da yaşayan Türk guruplar arasına da yayılarak Türk kabul ve değerleriyle ortak potada erimiştir.
#40
Danişmend Gazi Destanı, Anadolu destan geleneğinde Battal Gazi Destanı'yla Satuk Gazi Destanı arasındadır. Anadolu'da 8. yüzyıldan itibaren İslamlaşma ve Türkleşme serüvenini anlatan Battal-name'den sonra Danişmend Gazi Destanı'nda da aynı mücadelenin, 11-15. yüzyıllar arasındaki bölümü anlatılır. Bu dönem Anadolusunda yaşanan olaylar Danişmend Gazi'nin efsanevi kişiliğiyle birleştirilir.
Anadolu'nun fethini ve bu fethin kahramanlarını anlatan, X11. yüzyılda sözlü olarak şekillenen XIII. yüzyılda yazıya geçirilen
İslami Türk destanlarından biridir. Danişmend-nâme'de anlatılan olayların tarihi gerçeklere uygunluğu, kahramanlarının yaşamış Türk beyleri olmalarından, Anadolu coğrafyasının gerçek adlarıyla anılmasından dolayı uzun süre tarih kitabı olarak görülmüştür.
Köroğlu hikayesi destan adıyla anılmakla ve bazı destani niteliklere de sahip olmakla birlikte XX. yüzyılda Anadolu'dan derlenen örnekleri daha çok halk hikayesi geleneğine yakın olduğu kabul edilmektedir. Anadolu'da hikayeci aşıklar tarafından 24 kol halinde anlatılır.
#41
Eğitim Öğretim / Köroğlu Destanı
11 Ağustos , 2011, 04:44:47
Bu destanın kahramanı olan Ruşen Ali'nin ve babası Koca Yusuf'un Bolu Beyi ile olan mücadelelerini anlatır. Köroğlu Destanı'nın kahramanı ise 16yy. da yaşamış halk ozanı Ruşen Ali (Köroğlu)'dur.
Bolu beyi, güvendiği ve sevdiği seyislerinden biri olan Yusuf'a : " Çok hünerli ve değerli bir at bul ." emrini verir. Seyis Yusuf, uzun süre Bolu beyinin isteğine göre bir at arar. Büyüdüklerinde istenen niteliklere sahip olacağına inandığı iki küçük tay bulur ve bunları satın alır. Bolu beyi bu zayıf tayları görünce çok kızar ve seyis Yusuf'un gözlerine mil çekilmesini emreder. Gözleri kör edilen ve işinden kovulan Yusuf, zayıf taylarla birlikte evine döner. Oğlu Ruşen Ali'ye talimat verir ve tayları büyütür.
Babası kör olduğu için Köroğlu takma adıyla anılan Ruşen Ali, babasının talimatlarına göre atları yetiştirir. Taylardan biri mükemmel bir at haline gelir ve Kırat adı verilir. Kırat da destan kahramanı Köroğlu kadar ünlenir. Seyis Yusuf, Bolu beyinden intikam almak için gözlerini açacak ve onu güçlü kılacak üç sihirli köpüğü içmek üzere oğlu ile birlikte pınara gider. Ancak, Köroğlu babasına getirmesi gereken bu köpükleri kendisi içer, yiğitlik, şâirlik ve sonsuz güç kazanır. Babası kaderine rıza gösterir ancak oğluna, ne pahasına olursa olsun intikamını almasını söyler. Köroğlu Çamlıbel'e yerleşir, çevresine yiğitler toplar ve babasının intikamını alır.
Hayatını fakirlere ve çaresizlere yardım ederek geçirir. Halk inancına göre silah icat edilince mertlik bozuldu demiş kırklara karışmıştır. Çeşitli dönemlere ve farklı siyâsî birlikler sahip Türk grupları arasında tespit edilen
Türk destanlarının kısaca tanıtımı ve özeti bu kadardır. Bu destan metinleri incelendiğinde hepsinde ilk Türk destanı Oğuz Kağan destanının izlerinin olduğu görülür. Bu destan parçaları Türk dünyasının ortak tarihî dönem hatıralarını aksettiren ilk edebî ürünler olarak da çok önemlidir. Bir gün bu parçalardan hareketle Fin destanı Kalavela gibi değerli mükemmel bir Türk destanını yazılabilirse çeşitli kaynaklarda dağınık olarak bulunan malzeme daha anlamlı hale gelebilir.
#42
Eğitim Öğretim / Destanlar
11 Ağustos , 2011, 04:44:24
Önce sözlü gelenekte oluşur. Uzun bir süreçte kuşaktan kuşağa, ağızdan ağıza aktarılırken değişir, gelişir. Bu arada adı bilinmeyen birçok sanatçının ortak katkısı ve çabası eklenir. Günün birinde bir ozan toplumsallaşan bu edebiyatürününe kendi üslubuyla yeniden biçim verir. O ürüne kendi kişiliğini katar. Böylece ürün, toplumsal yaratıdan bireysel yaratıya dönüşür. Destanların çoğu şiir biçiminde olmakla birlikte, şiir-düzyazı türlerinde olanlar da vardır.Dünya edebiyatındaki doğal destanlar şunlardır:Şinto: Japon EdebiyatıMahabbarata, Ramayana : Hint EdebiyatıŞehname: Iran Edebiyatı. Firdevsi'ninKalavela: Fin edebiyatı. Lönnrot'unİlyada ve Odisseia Destanı: Eski Yunan edebiyatı. Homeros'unNibefungen: Alman EdebiyatıBeovvulf: İngiliz Edebiyatıİgor: Rus EdebiyatıLa Cid: İspanyol EdebiyatıChansen de Röland: Fransız EdebiyatıTüm dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk Edebiyatında da ilk örnekler destanlardır. Türk edebiyatı geleneği içinde "destan" terimi birden fazla nazım biçimlerive türü için kullanılmış ve kullanılmaktadır. Eski Türk Edebiyatı nazım şekillerinden mesnevilerin bir bölümü ve manzum hikayeler, Anonim edebiyatta ve Aşık edebiyatında koşma veya mani dörtlükleri ile yazılan veya söylenen ferdî, sosyal, tarihi, acıklı veya gülünç olayları tahkiye tekniği ile çeşitli üslûplarla aktaran nazım türüne ve bu yazıda ele alınan kâinatın, insanlığın, milletlerin yaradılışını, gelişimini, hayatta kalma mücadelelerini ve çeşitli olay ve nesnelerle ilgili sebep açıklayan ve Batı Edebiyatında "epope" terimiyle anılan eserlerin tamamı da Türk edebiyatı geleneği içinde "destan" adı ile kullanılmaktadır. Bütün dünya edebiyatlarının başlangıç eserleri olan destanlar, çeşitli konularda yaradılış hikâyeleri yanında, milletlerin hayatında büyük yankılar uyandırmış bir kahramanın veya tarih olayının millet muhayyilesinde ortak sembol ve ifadelerle zenginleştirilmiş uzun manzum öyküleridir aslında.Destanlar, bütün bir milletin ortak mücadelesini ortak değerler, kurallar, anlamlar bütünlüğü içinde yorumladığı ve yaşatıldığı toplumun geçmişini ve geleceğini temsil ettiği için dünya edebiyatının en milliyetçi eserleri olarak kabul edilirler. Destanlar her zaman tarihî gerçekleri doğru biçimde nakletmezler. Destanlarda tarihi olay ve kahramanlar milletin ortak bilinçaltının, vicdanının istek, beklenti, doğruları ve değerleri ile idealleştirilir. Eski hatıralarla birleştirilerek tarihî gerçekmiş gibi anlatılırlar. Her milletin millî kimlik ve nitelikleri, ortak dünya görüşü , hatıra ve beklentileri yanında kusurları ve yanlışları da destanlarına yansır. Cihangirlik tutkusu, kuvvet, binicilik ve savaşçılık yanında verdiği sözde durma, acizlere ve mağluplara hoşgörü ile yaklaşma, yardımcı olma Türk destanlarında dile getirilen ortak değer ve kabullerdir. Türk destanları, kâinatın, insanın, kadının ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküşleri, zafer ve yenilgileri gibi konularla beraber pek çok sebep açıklayıcı efsaneyi de içinde barındırır.İlk örneklerinin manzum olduğu kabul edilen Türk destanlarından Kırgız Türkleri arasında yaşayan Manas destanı dışında tamamıyla günümüze gelebilen örnek bulunmamaktadır. Diğer Türk destanları çeşitli kaynaklarda özet, epizot, (anı) hatıra, kısaltılmış seçme metinler halinde bulunmaktadır. Türk tarihine ana hatlarıyla bakıldığında Türk hayatı fetihlerle başlamış ve yeni toprakları yurt edinerek gelişmiştir. ilk anayurt olan Orta Asya hiç bir zaman terk edilmemiştir. Türk halkları ilk anavatan olan Orta Asya'dan itibaren dünya coğrafyası üzerinde geniş alana yayılmış ve bugün yedi Türk cumhuriyetinde, pek çok özerk toplulukta ve çeşitli ülkelerin idaresinde azınlık halinde yaşamaktadır. Türk kültürü de tarih ve coğrafyadaki çok boyutluluğa paralel olarak çeşitlenmiş farklı seviye ve birikimlerle zenginleşerek ve farklılaşarak ancak ilk kaynaktan gelen ortaklıklarını sürdürerek günümüze ulaşmıştır. Bu sebeple Türk destanları da tarihî ve coğrafî çok boyutluluğun getirdiği dil ve kültür dairelerine bağlı olarak çeşitlenmiştir.
#43
Eğitim Öğretim / Ağıtlar ve Tarihi Olaylar
11 Ağustos , 2011, 04:43:19
Tarihin herhangi bir döneminde yaşanmış olaylar hem iyi, hem de kötü yönleriyle bu olayları yaşayan toplumun veya milletin kültür ürünleri içinde yansıtılır. Mitik dönemde insanoğlunun dünyayı ve evreni kavramaya çalışması ve bu çerçevede oluşturulan düşünce ve olaylar mitik anlatmalarda yer bulmuş, epik dönem adını verdiğimiz dönemde yaşanmış olaylar bir kahraman etrafında bütün bir milletin başarısını ve ideallerini gösterecek şekilde aktarılmıştır. Roman dönemine gelindiğinde ise, daha bireysel olaylar etrafında yoğunlaşma olduğu ve bu çerçevede iki kişi arasında yaşanan duygusal ilişkiler konu edilmiştir. Gerek epik ve gerekse roman döneminden itibaren toplumların üzüntü, gam ve kederlerini dile getirdikleri daha kısa halk yaratmaları da vardır. Bunlarda hem tarihte yaşanmış olaylar yer alırken hem de bireysel üzüntü ve sıkıntılar da dile getirilmiştir.
Biz bu bildirimizde yakın dönemde Türk insanının yaşadığı önemli tarihi olaylar ve bunların halk yaratmalarından ağıtlara nasıl yansıdığını ele alacak ve yazılı tarih yanında, ağıtların da yazılı olmayan tarihi belgeler şeklinde halkın yaşanan olaylar karşısındaki üzüntü ve tepkisinin nasıl dile getirildiğini tartışacağız.
Bildirimizin asıl konusuna geçmeden önce, ağıt ve ağıt söyleme geleneğinin kültürel derinliği ile coğrafi boyutları hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. İnsanlar, başta ölüm olmak üzere çeşitli sebeplerle sevdiklerinden ayrılmak durumunda kalırlar. Kişilerin hastalanması, kızın gelin olması, delikanlının askere gitmesi, vatan toprağının kaybedilmesi, sevgilinin gidip de geri dönmemesi, sel baskını, zelzele, yangın, salgın hastalık gibi büyük felaketlerin meydana gelmesi, sevilen hayvanların kaybı ve ölümü üzerine söylenen ezgili şiirler ağıt türünden eserlerdir. Bütün bunlardan hareketle ağıt; İnsanoğlunun ölüm karşısında veya canlı – cansız bir varlığını kaybetme, korku, telaş ve heyecan anındaki üzüntülerini, feryatlarını, talihsizliklerini, düzenli – düzensiz söz ve ezgilerle ifade eden türküler olarak tarif edilmiştir. (Elçin 1990: 1).
Başka bir ifadeyle ağıtları şöyle tanımlamak mümkündür: "Yüreğin titreyişi sonucu söylenilen ve milli şiirlerimizin en dokunaklısı olarak adlandırdığımız ağıtlar, ölenin ardından dökülen gözyaşları ve çekilen gönül ıstırabının acı dolu terennümleridir."(Yaldızkaya 1992:11).
Türk kültüründe oldukça köklü bir maziye sahip olan ağıt ve ağıt söyleme veya ağıtçılık geleneği, çeşitli Türk boyları tarafından günümüze kadar yaşatılan ortak en eski geleneklerden birisidir.
Orhun Âbideleri'nde "Sıgıt" ve "Sıgıtçı" olarak gördüğümüz ağıt ve ağıt söyleme geleneği, Türk boylarındaki dil ve gelenek farklılaşması ile geniş bir coğrafyaya dağılma sebebiyle çeşitli kelimelerle adlandırılmıştır. Bazı Türk boylarında, bugün, ağıt ve ağıt söyleme geleneğiyle ilgili şu kelimelere rastlamaktayız.
Çin Halk Cumhuruyeti' ne bağlı Doğu Türkistan' da yaşayan Uygurlar ağıt türü şiirlere "Mersiye koşukları", Kuzey Kafkasya' da yaşayan Kıpçak lehçesiyle konuşan Karaçay – Malkar Türkleri; "Küv", Kerkük Türkleri; "Sazlamağ", Kırım Tatarları; "Taqmaq" adını vermektedirler.Ağıt kelimesinin Almanca'da karşılığı "totenlage", Fransızca'da "élégie", Rusça'da "plaç, priçitaniya", İngilizce'de "lament" kelimeleridir.
Geçmişi anlamak için tarihi bilmek yeterli olmayabilir. Bunun yanı sıra halk yaratmalarını anlamak ve halkın yarattığı bu değerlerden faydalanarak doğrulara varmak, geçmişimizi daha iyi değerlendirmemizi sağlar. Tarihçiler, tarihi olayları bulabildikleri belgelerle yorumlayarak yazar, ancak, o tarihi olayları bir de halkın gözüyle görmek, bizim konuya daha farklı bir açıdan bakmamızı sağlar. Çünkü, her olayda, özellikle de savaşlarda sevinci de acıyı da yaşayan halktır. Tabii olarak, bunun yansımaları da halk yaratmalarında görülecektir.
Halkın duyduğu üzüntü, keder ve sıkıntıları en iyi şekilde yansıtan halk yaratmaları içinde belki de en önemlisi ağıtlardır. Çünkü, yaşanan olaylar tüm gerçekliğiyle ağıtlarda gözler önüne serilir. Bildirimizde sözlerini vereceğimiz ağıtlar; tarafımızdan derlenen ve bir bölümü "Türkmen Ağıtları" adlı eserimizde, bir bölümü de "Erciyes Dergisi"nde yayınlanan ağıtlardır.Türkiye Türklerini en fazla etkileyen ve hemen her aileden bir veya birkaç bireyin kaybedildiği önemli tarihi olaylardan biri de Türk Kurtuluş Savaşı'dır. Bu savaşta kaybedilen yüz binlerce Türk evladı için pek çok ağıt yakılmıştır. Bu durumu, Kurtuluş Savaşı'nda şehit olan Bayat'tan Ali Osman'a bacısı Şerife Aydın'ın yaktığı ağıtta açıkça görmekteyiz.
Şafak söktü tan yerleri atıyor,Tren gelmiş acı acı ötüyor,Kardeşim şehit olmuş yerde yatıyor,Ak elleri kızıl kana batıyor.
Ağıdın devam eden aşağıdaki mısraları, kardeşinin şehit olmasıyla kendisinin kimsesiz ve yalnız kaldığını düşünen ağıtçı kadının sözleri "feleğe sitem" ile doludur.
İlkbaharda her çiçekler bezeri,Sonbaharda döker yaprak gazeli,Kardeşim şehit olmuş nerde mezarı?Felek beni taşa çaldı neyleyim.
Felek sille vurdu ben oldum sersem,İyi olmaz dediler her kime sorsam,Varsamda hekime muayene olsam,İyi olmadık derdi hekim neylesin.
Ben gurbeti geze geze yoruldum,Evvel altın idi şimdi pul oldum,Değer bilmez kötülere kul oldum,Felek beni taşa çaldı neyleyim.
Kanatlarım yoktur çırpınıp uçmaya,Dizlerim tutmuyor karlı dağlar aşmaya,Ellerim ermedi helallaşmaya,Felek beni taşa çaldı neyleyim. ( Yaldızkaya1992: 36)
Çanakkale Savaşı'nda; birçok eli kalem tutan, okur-yazar Türk genci şehit olmuş, niceleri sakat kalmıştır. Ağabeyi Çanakkale Savaşı'nda şehit olan bir kız tarafından yakılan aşağıdaki ağıt bunu ne güzel ifâde etmektedir:
Çanakkale derler yeşil gavaklı,Mollaların mürekkebi boyaklı,Neçe gulların var ağaç ayaklı,Ağaç ayağınan gelsen n'olurdu.
Çanakkale derler yeşil söğütlü,Neçe molla getti eli divitli,Bi mektup atayım üstü tahütlü,Mektubum ordunu bulur m'ola.
Ağılıdır Çanakkale goyağı,Babamoğlu dizlerimin dayağı,İrengide bana benzer bayağı,Gurbanlar olurum babamoğluna.
Edem gözelidi gıyıdan getmiş,Sürek öküz gibi boynunu bükmüş,Şu gevur dinsizi denklemiş atmış,Acep babamoğlun yudular m'ola.Yumadan gabire godular m'ola. (Yaldızkaya 1992: 39)
Derlediğim bir başka Çanakkale ağıdı da, Suvermez köyünden Devecioğulları sülâlesinden, Macar Lâkaplı Salih'in Çanakkale'de şehit olmasıyla, annesi tarafından yakılan ağıttır. Ağıtta, yoğunlukla şehidin geride bıraktığı eşi ve çocuğunun ne olacağı endişesi vurgulanmaktadır:
Hucûm demiş Alamanın zabiti,Yavrumun kefeni asker kabutu,Salına girmeye yoktur tabutu,Yoksa yavrum seni vurdular m'ola,Kefensiz gabire goydular m'ola.
Topun dumanı da ağmış havaya,Gözlerim yavrumu dönmez sılaya,Goltuğuna girmiş çifte sıhhıya,Yoksa yavrum seni vurdular m'ola,Kefensiz gabire goydular m'ola.
Çanakkale nerde, Suvermez nerde?Her ana dayanmaz bu zalim derde,Ahmed'in babasız eğlenmez evde,Yoksa yavrum seni vurdular m'ola,Kefensiz gabire goydular m'ola
Derinimiş Çanakkale deresi,Goygunumuş şehidimin yarası,Acıya dayanamaz garip garısı,Yoksa yavrum seni vurdular m'ola,Kefensiz gabire goydular m'ola.
Senin yavrum beşik ile belede,Yâdigarın galdı yavrum geride,Bir gelin eğlenmez ıssız bir evde,Yoksa yavrum seni vurdular m'ola,Kefensiz gabire goydular m'ola.
Bir günüm doğarda bir günüm batmaz,Şu ıssız evlerde bir gelin yatmaz,Oğlumun yerini kimseler tutmaz,Yoksa yavrum seni vurdular m'ola,Kefensiz gabire goydular m'ola. (Yaldızkaya 1992: 37)
Öyle ağıtlarımız var ki; Edirne'de, Yemen'de, Kudüs'te kalanları anlatır. Yedi kardeşinden bazılarının şehit düşmesiyle yüreği yanan Ahmet Çavuş (Urfalı)'un yaktığı ağıt, işte böyle bir ağıttır:
Yedi gardaşıdık gazada ünlü,Hep gara bıyıklı yüzleri benli,Zeybek şalvarlı da hep çuha donlu,
Ben bu derdin hangisine yanayım,Zencirler zapdetmez benim gönlümü.
Halil yoğun güder içi guzuluAli haba geyer golu sızılı,Gadir'in çocuklar gara yazılı
Ben bu derdin hangisine yanayım,Zencirler zapdetmez benim gönlümü.
Ali ağam Edirne'de oldu şehit,Garabıyık Yemen'de ünlendi yiğit,İbik Ağam Kudüs'te kaldı bi büyük,
Ben bu derdin hangisine yanayım,Zencirler zapdetmez benim gönlümü.
Âşık olsam ağır ağır söylesem,El kaldırsam şu gönlümü eğlesem,Şu gönlümü gıl ipinen bağlasam,
Ben bu derdin hangisine yanayım,Zencirler zapdetmez benim gönlüm. (Yaldızkaya 1992: 41)
Birleşmiş Milletler Kararıyla; 1950 Yılında, Güney Kore'ye yardım amacıyla, General Tahsin Yazıcı komutasında 5.000 kişilik Türk Tugayı da Kore'ye gönderilmiştir.Kore'ye ulaşan Türk askeri kendini çatışmanın içinde buldu. Mançurya sınırına yakın bir yer olan Kunuri'de, süngü muharebesi ile, bölgenin yabancısı olmasına rağmen efsâneler yarattı. Şehitler verildi, yaralananlar oldu. Üç yıl süren Kore Savaşı sonunda evlerine dönemeyenlere ağıtlar yakılmıştır.
Anadolu'nun birçok yöresinden olduğu gibi, Emirdağ'dan da Kore'ye gidip de dönemeyenlerden birisi de Balişoğlu Eyüp Can'dır. Eyüp Can'ın şehit olması üzerine bir yakını aşağıdaki ağıdı yakar. Ağıtta, Türk askerinin Kore'ye gitmesini anlâmsız bulan Anadolu kadını, bunu "Kore senin vatanın mı, yurdun mu?" şeklinde ifâde ederken, O'na "Kırk belikli gelin almaya" ve "Yerine kardeşi Abdil'i göndermeye râzı olacağını" belirtir.
İzmir'den mi kalktı Kore'ye gemi,Gemi gurban olam getir Eyüb'ü,Çok ağlattın anan ile Baliş'i,Kore senin vatanın mı, yurdun mu?Gayıbıdın oğlum şehit oldun mu?
Şubeye vardım da künyen okundu,Emirdağ'ı başımıza yıkıldı,Dostumuz ağladı, düşman bakındı,Dön gel oğlum dön gel kurban oluyum,Sana kırk belikli gelin alıyım.
Köprüden ağrında gel bir görüyüm,Görüyüm de gadın oğlum ölüyüm,Apdil'i yerine vesek veriyim,Bir günüm doğar da bir günüm batar.Kore dağlarında aslanım yatar.
Kardeşinin şehit olması üzerine bacısı Zehra'da uzunca bir ağıt yakar. Ancak, ağıdın aşağıdaki mısraları hâfızada kalmıştır. Ağıtta; günlerce süren Kore yolculuğu "çığra yola" yani bir kişinin ancak geçebileceği ve kısa mesafelerde kullanılan yola benzetilirken, Kore evlerinin ufaklığı ve insanının küçük boylu oluşu Anadolu kadınının ağzından şöyle dile getirilir.
Kore'ye gidiyor bir uzun çığra,Allah'ın aşkına Eyüb'e uğra,
Eyüp bize biz Eyüb'e doymadık,Gelin alıp çeyizini dökemedik,
Ufacıktır şu Kore'nin evleri,Benim gardaşımdır küçük beyleri. (Yaldızkaya1996: 6)
Millî Kahraman Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk'ün mezarının İstanbul- Dolmabahçe sarayından Ankara'ya nakledilmesi sırasında, Emirdağ yöresinin ünlü ağıtçı kadını Döne Öksüz (Halide'nin Döne) tarafından aşağıdaki ağıt yakılmıştır. Okuma – yazması olmayan ama ehl-i dil olan Anadolu kadını yaktığı ağıtta; "Anan kızı olsaydı yanarıdı derdine" mısrasında Atatürk'ün kız kardeşinin hayatta olmayışını, "Ne bir kızı kalmış ne de bir oğlu" mısrasında ise ulu önderin çocuksuz oluşunu etkileyici bir şekilde ortaya koymaktadır.
Sana diyom sana Mustafa Kemâl,Riyakâr kulların yalandan yanar,Bu dünyada senin başına döner,
Saraya gel Gâzi baba saraya,Sen düşürdün bir soğukluk araya.
Işık dünya başımıza dar geldi,Gâzi baba hepisinden zor geldi,
1947 Yılında, Emirdağ'ın Başkonak (Kolanşam) köyünün Arzılı mahallesine bir askerî uçak düşer. Hava Kuvvetleri tarihine geçen bu olayda iki pilot subay şehit olur. Şehit olan pilot subaylara, yörenin ünlü ağıtçı kadını Topakkız (Gülsüm Köse) uzun bir ağıt yakar. Konar-göçer Türkmen kültüründen motifler de taşıyan bu ağıdın derleyebildiğimiz mısralarında, ağıtçı kadının "yol (y)ıramış varamış köyüne" mısrasında söz ettiği "köy" "Hava üssü", "Haber verin âşiretinin beyine" mısrasında kastedilen "âşiret bey"i ise "Filo komutanı, Paşa"dır.
Duman durmuş Arzılı'nın dağına,Yol (y)ıramış varamamış köyüne,Haber verin âşiretinin beyine,Gurbanlar olurum yaralı beyim,Arzılı buraya aralı beyim.
Yeni çıkmış subayın da birisi,Telde galmış saçların derisi,Duydum'ola anasıynan garısı,Gurbanlar olurum yaralı beyim,Tayyare buraya aralı beyim. (Yaldızkaya 1992: 88)
Sonuç olarak; ağıtlar kişilerin özgeçmişleri olduğu gibi, bir bakıma toplumların da özgeçmişidir. Zira, bir milletin tarihi serüvenini ağıtlardan izleyebiliriz. Cephede, düşmana karşı verdikleri mücadelede çektikleri sıkıntıları, şehit ya da gâzi oluşlarını, cephe gerisindeki açlığı, kıtlığı, hastalığı ve içindeki ihaneti; bunlara karşı verilen mücadeleyi ağıtlarımızda görürüz. Şehit düşen ve gâzi olanların isimlerini belki tarih kitaplarında göremeyiz. Ama bunların analarının, bacılarının, yavukluları ve bu milletin hislerine tercüman olan âşıklarının söylemiş olduğu ağıtlarda isim isim bulabiliriz.Sözlerimi şâir Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun dizeleriyle bitirmek istiyorum.
Kitaplarda değil türkülerde ara Yemen'i,Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni.
KAYNAKLAR:1. Elçin, Şükrü. Türkiye Türkçesinde Ağıtlar. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1990.2. Kaya, Doğan. Anonim Halk Şiiri. Ankara: Akçağ Yayını, 1999.3. Özkan, Nevzat; Osman Horata.Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi -12, Romanya ve Gagauz Edebiyatı. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını,1999.4. Yaldızkaya, Ö. Faruk. Emirdağ Yöresi Türkmen Ağıtları. İzmir: Bayraklı Matbaası, 1992.5. Yaldızkaya, Ö. Faruk. "Bir Kore Ağıdı," Erciyes Dergisi, Sayı: 221, Mayıs, 1996.
#44
Memduh Sevket Esendal "Ayaşlı ve Kiracıları" romanında, Cumhuriyet sonrası Ankara'sında bir apartmanın dokuz dairesinde oturanların günlük yaşamlarından kesitler verir. Ankara'nın kuruluş yıllarında, yıkılan bir düzenden yeni bir toplum düzenine geçmenin sarsıntıları arasında bocalayan "Küçük adam"ların yaşantılarını dile getirir. Roman yeni yapılmış büyük bir apartmanın dokuz odalı, oda oda kiraya verilen bir katında geçer. Burası, Ayaşlı İbrahim Efendi adında, eşkıyalık, zaptiye çavuşluğu, arzuhalcilik, otelcilik yapmış, şaşılacak derecede, çeşitli kılıklara girip çıkmış bir adamın elindedir. Her odasında toplumumun çeşitli tabakalarından kopup gelmiş evli, bekâr, kadın, erkek, yaşlı, genç bir sürü insan oturur. Esendal; başta köy ağası Ayaşlı İbrahim'e banka memuru, şoför, emekli, doktor, simsar, hizmetçi ve diğer kişileri ustaca sergiler. Hikâyelerinde olduğu gibi bu romanında da temel özellik gözlemle sergilemedir. Rahat anlatışı ile romanın oldukça kalabalık kişilerinin birbirleriyle ilişkilerini, iyi ya da kötü işler peşinde koşarken ki tutum ve davranışlarını, kimilerininin eski yaşamlarını sergilerken dengelidir, ölçülüdür. Kiracılardan biri gibi rahatlıkla çıkar okurun karşısına. Roman boyu, bir koridorun iki yanına sıralanmış odalarda yaşayan kişileri, duru ve yalın bir dille anlatmaya çalışır. Çöken bir imparatorluğun kalıntısı, yerlerinden, işlerinden, geçimlerinden kopan insanlar. Sonra kadınlı, içkili, pokerli toplantılara dışardan gelip katılırlar. Bu kadar kalabalık bir roman açılıp kapatan olaylar, konuşmalar, ilişkilerin gelişmeleri içinde kapı önünde sohbet edecesine külfetsiz, konuşuyormuşçasına alıp götürüşünde ancak ustalarda görülebilecek bir sadelik ve rahatlık var. Esendal'ın bizim insanlarımızı yüzeysel bir gözlemle tanımadığı, onları bugüne değin alıp getiren tarihsel ve sosyal oluşları ile izlediğini gösteren bir derinlik bütün bu rahat anlatışın altında kendini duyurur. Bir apartman içinde bir toplum kesitini tasvir ederken ne hicve, ne de mizaha kaçmadan, bizde sosyal sorunlara değinilirken karamsarlıktan uzak, gelecek iyi günlerden umutlu, babacan bir içtenlik duygusu ile en gizli köselere değin ilişkileri vermek ustalığını gösterir. Romanı özetlemek gerekirse: Ayaşlı İbrahim Efendi, dokuz odalı apartman dairesini uygun fiyatla kiralar. Hancılıktan ve otelcilikten edindiği deneyimlerine güvenerek bu dairenin her odasını ayrı bir aileye kiraya verir. Birini de kendisine ve üvey kızına ayırır. Apartmanın dokuz odasına karşılık banyosu, tuvaleti ile mutfağı ortaklaşa kullanılır. Ayaşlı'nın kiracıları bu yüzden, içli dışlı yaşamak, günlük yaşamın kurallarına uymak zorunluluğu duyarlar Aileler, genellikle orta halli kimselerdir.
#45
1) KİTABIN KONUSU:
Ateşten Gömlek İzmir'in işgali üzerine şehri kurtarmaya amaçlayan milli mücadele hareketlerinin hedeflerine nasıl ulaştığını anlatıyor.
2) KİTABIN ÖZETİ:
İzmir'in işgalinde Yunanlıların, kocasını ve oğlunu öldürmeleri üzerine önce İstanbul'a gelen ve sahip olduğu Türklük şuuru ve mücadele azmiyle İstanbullu gençlerin bilinçlenmesini sağlayan Ayşe'nin uyandırdığı heyecana kapılan subaylar Anadolu'ya geçerler. Çeteler düşmanla savaşmaktadır. Bu savaşta Ayşe hasta bakıcı Peyami ise çeviricidir.
Ayşe kendisini seven ve evlenme teklif eden İhsan'a cevabını ancak İzmir alındıktan sonra vereceğini söyler. Peyami ise sevgisini Ayşe'ye açıklayamamaktadır. Cephede İhsan şehit düşer, Ayşe de ileri hatlar giderek orada can verir. Peyami ise kafasına aldığı kurşunla hastahanede ölür.
Peyami'nin ölümünden sonra doktorlar Peyami'nin notlarını araştırarak Ayşe adında birisinin kolorduda görev yapmadığını ve İhsan isminde birinin de alay komutanı olmadığını fark etmişlerdir.
4) KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Peyami: İzmir'in işgali sırasında cephede çevirici olarak görev yapar. dışişleri memurudur. Ayşe'yi çok sever. Aynı zamanda çok duygusal bir kişiliğe sahiptir.
Ayşe: Savaş zamanında cephede hasta bakıcılık yapar. İzmir'in işgalinde milli mücadele ruhu içinde halkı bilinçlendirmeye çalışır. Çok hırslı, çekici ve hoş bir bayandır.
İhsan: Bir subaydır. Sakarya savaşında şehit düşmüştür. Ayşe'yi çok sever ve onunla evlenmek ister.
5) KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitap dil bakımından yalındır. Yabancı kelimelere fazla yer verilmemiştir, akıcı bir dille yazılmıştır. Bu romanda hem tarih hem de aşk konuları ustalıkla ele alınmıştır. Esrarengizliklerle dolu her an diğer sayfasında ne olacakmış düşüncesiyle okunacak bir kitap. Sonunda da yine okuyucuya yorum imkanı bırakarak bu özelliğini göstermiştir.
6) KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:
Meşrutiyet ve cumhuriyet devirlerinin tanınmış edebiyatçılarındandır. Kitap okumaya küçük yaşta başlayan
Halide Edip Adıvar ilk önce Tanin gazetesinde yazmaya başlamış ve daha sonraları bir çok gazetede roman, makale, sohbet ve hikaye türlerinde eserler vermiştir. İlk romanlarında ferdi aşk temasını işlemiş, daha sonra belgeseldi ve sosyal romanlara önem vermiştir.
Başlıca romanları:
Sinekli Bakkal, Vurun Kahpeye, Kalp Ağrısı, Handan ve Ateşten Gömlektir.
Başlıca hikayeleri:
Dağa Çıkan Kurt, İzmir'den Bursa'ya, Harap Mabetler.
Hatıra,
tiyatro, çeviri ve fikir eserleri de vardır.